Yüzler ve Yüzsüzler
- August 21, 2023

Uyanır uyanmaz göz ucuyla havanın ne kadar aydınlandığına baktı. Kimse bilmezdi ya, gündüzleri perdeyi kapatıp geceleri açan bir insandı. Tek bir sebebi vardı ama söylerse insanlar ondan korkardı.
Güneş ışığı yüzüne vurupta ısıtmaya başladığında, beyni de yavaş yavaş ısınıyordu sanki. Ormanlık bir alanda güneş doğmadan buz gibi olan hava sarı parlaklığın gelişiyle beraber ısınır ya, aynen öyle.
Peki ne oluyordu da uyanamıyordu?
Bunu kendi keşfettiğinde bile kendinden korkmuştu, birilerine anlatırsa bu hikayeden korkup kendinden uzaklaşırlar diye bir kat daha korkmuştu.
Evet, tek bir korkusu vardı, aynada kendini görmek! Sabahları uyandığında yüzü korkunç oluyordu ve bu yüzü görmek ona ölümü hatırlatıyordu. Sırf bu yüzden evde bütün aynaları yok etmiş, hatta ayna görevi görebilecek her şeyi de siyaha boyamıştı. Evine gelenlere dekoratif olarak boyama yapmayı sevdiğini söylüyordu ama aslında tek bir amacı vardı, hiç bir şey sabah kalktığındaki yüzünü yansıtmasın!
Uyanmaktan da bu yüzden korkuyordu işte. Kalktığında bir şey olacak ve bir anda yüzünü görüverecek diye. Uykuya dalmaya çalışırken sürekli bunu düşündüğünden kendisini öyle bir şartlıyordu ki her gece, o güneş ışığı yüzünü ısıtmadan hiç bir şekilde uyanamıyordu. Bir gün olupta bu durumdan kurtulabilir miyim diye hayaller kurarken aslında ölene kadar böyle yaşamak zorunda kalacağından korkuyordu.
Ama böyle değil miydi tüm insanlar? Yaptıkları her davranışın altında onların da garip korkuları yok muydu? İtiraf etmezdi kimse ama o biliyordu. Bildiğini kimseye söylemezdi de, ki gerekte yoktu. Sözler bu ağır duyguları anlatamazdı. O da bu durumu eserlerinde haykırıyordu. Bir gün herkesin o eserlere baktığında, dışlarından itiraf etmeseler bile, içten içe kendi korkularını göreceklerine emindi. Bundan dolayıydı son aylarda biraz biraz meşhur olmaya başlamıştı. İnsanlara bu eserde neyi gördüklerini sorduğunda bile yüzlerinde ani bir korku oluşuyordu. Korkuyu itiraf etme korkusu. Kimse satın almıyordu yaptıklarını çünkü kimse korkusu ile yüzleşemiyordu. Ancak zaman geçecek ve o öldükten sonra artık bu eserlerin nasıl bir korkulu dünyayı ifade ettiğini kimseler bilmeyecekti. O zaman bu eserleri gönül rahatlığıyla alıp, eser sahibinin yüzüne bakmadan her gün korkularının ifade edilmiş haline bakacaklardı.
İfade edince rahatlıyor muydu?
Evet.
Rahatlayınca korkuları geçiyor muydu?
Hayır.
Belki de yüzlerden duyduğu korkunun tamamen aynısını bu dünyada başkaları da duyuyordu da, eserlerine bakınca onu binlerce kelimenin, aylar süren konuşmaların anlatamayacağı kadar iyi anlayacaklardı. Hayattaki tek amacı, ve de tek tesellisi buydu.
Yepyeni bir gün doğduğunda insanlar enerjik, hayattan mutlu ve umutlu olurlardı değil mi? En azından öyle söylerlerdi. Edvard için bu geçerli değildi, çünkü sabahları bir kabusun en korkunç yerinde takılı kalmış gibi oluyordu.
Hep ama hep aynı şekilde gördüğü bir rüya vardı ki, bazen gözünü kapattığında bile kendisini o rüyadaki yüzüyle görüyordu. Bir kadına dönüşmüştü ve yatakta çıplak yatıyordu. Yataktan yavaş yavaş yükselip uçarcasına kendisini dolabın yanında buluyordu. Uzanıp üstüne bir şeyler aldığında her şey o kadar gerçekti ki, sanki yıllardır bir kadındı ve bu evde bir kadın olarak yaşıyordu. Odadan çıkıp babasının yanına gidiyor ve babası ona döndüğü anda çıplak olmaktan utanıyordu. Üzerine aldığı şey her neyse babasının bakışları altında erimişti sanki ve o kadınlığından utanıyordu. Utanç duygusunun verdiği kızarıklık ve ısınma ile güneş ışığının yüzünde yarattığı sıcaklık birbirine karışıyordu. Gözünü açtığında yüzündeki sıcaklığın neden kaynaklandığını nereden bilebilirdi ki? Hangisi gerçek Edvard’tı, o gördüğü kadın mı yoksa bu sakallı adam mı?
Bu anın o andan daha gerçek olduğunu düşünmesinin tek sebebi babasının yatağının yıllardır soğuk olmasıydı. Annesi uzun süredir hastanede yatıyordu ve yataklarında babasının köşesi yılların boşluğu ile daha sarı tonlarında görünüyordu. Seneler önce öldüğünü biliyordu fakat her rüyasında babasını görüyor olması bu gerçekliği kabul etmekte zorlandığını düşündürüyordu ona. Bu rüyasında yalnızca bir eşyanın yeri ya da rengi değişse bile o gün bir farklılık olduğunu hissediyordu. Ya pencereyi hafif açık unutmuş, ya da eve arada temizliğe gelen halasının varlığı rüyasının ritmini bozmuş olurdu. Rutinini bozan her şeyden nefret ederdi. Üstelik henüz uyanmayı başaramadan halasının odasına girip ona anlaşılmaz şeyler söylemesi onun gününün kötü geçmesine yetiyordu. Evde bir insanın kısa süreliğine de olsa varlığını hissetmenin onu deliliğin eşiğini aşmaktan koruduğunu biliyordu ancak gününü mahveden halası ile bir türlü yıldızı da barışmamıştı.
İnsanların ne varlığı, ne yokluğu onu rahatlatıyordu. Sanki dünyaya insanlarla problemleri olsun diye gönderilmişti.
Tek bir insan vardı onun için, asla vazgeçemediği, platonik aşkı Susanna. Ona o kadar takıntılıydı ki, kendisini sevmediğini söylemesi bile sanki Edvard’a sana değer veriyorum demenin farklı bir çeşidiymiş gibi gelirdi. Defalarca çizdi onu. Hep de kendisini delicesine seviyormuş gibi çizdi. Ya sarılırdı Edvard’a, gerçekte hiç sarılmadığı gibi, ya da yatakta doğrulmuş olurdu sevişme sonrası gibi.
Onu geri almanın bir yolu olsa, her şeyi bırakıp o yolda kendini feda edebilirdi. Ama bu yolun kapalı olduğunu bilince bütün enerjisiyle beraber kanı çekiliyordu damarlarından.
Hayat uzun ve yorucu, çekmek zorunda olduğumuz bir filmdi ve filmler asla yarım bırakılamazdı…